24 Eylül 2011 Cumartesi

Sapphire'e mektup

Sevgili Sapphire Alışveriş Merkezi,
İnan seni bu akşam ziyaret etmeden evvel hiç bir ön yargım yoktu, hatta arkadaşlarımın olumsuz eleştirilerini bile bir kenara bırakmıştım. Ama sen ne yaptın ne ettin, bir türlü kendini ispatlayamadın bana. 


Bu akşam sen yine bütün heybetinle İstanbul semalarındaki yerinde duruyor, şehre meydan okuyordun. "Evet" dedim, "Tam zamanı". "Bu akşam Sapphire'i görmeliyim." 
Devasa bir ekranla karşıladın beni. Hemen güvenlikten geçip içeri girdim. Eğrisel çelik tavanınla karşımda uzanıyordun. Galeri boşluğuna doğru yürüyüp aşağı baktım. Gerçekten çok yüksektin. En altta da bir süs havuzun vardı. Ne yalan söyleyeyim: İhtişamlıydın!  


Yürüyen merdivenlerine doğru yürüdüm, yürüdüm. Bir yandan etrafıma bakınıyordum. Mağaza seçiminde ustaca davranmıştın. Gerçekten iyi mağazaların vardı! Derken bir de ne göreyim!


Gördüğüm kolonat (evet evet kolonat) karşısında tüm olumlu düşüncelerim şaşkınlığa dönüştü. Bu kolonların arkasında bir Yunan tapınağı mı vardı? Hayır Sevgili Sapphire. Yanılıyordum. Bu kolonların ardında senin galeri boşluğun vardı. Şaşkınlığı bırakıp ilerlemeye devam ettim. Amacım yemek yemek için bir yer bulmaktı, amacımdan sapmamalıydım.


Dokunmatik bilgi ekranın vardı, evet. Ama kullanmadım. Sezgilerimle yemek bölümünü aramaya devam ettim. Nitekim buldum da.


Yemek bölümündeki tenha restoranların bana göz kırpıyordu. Hepsini teker teker süzgecimden geçirdim. Dikkat ettim de, ortak bir oturma alanın yoktu. Her restoranın oturma alanı ayrıydı. Galeri boşluğundaki bar taburelerin ve masaların hariç. Yemeğimi alıp bar taburelerinden birine oturmaya çalıştım, beceremedim. "Herhalde barda oturma alışkanlığım olmadığından" diye düşündüm. Gene denedim. Hayır, başka bir neden olmalıydı. Tabi ya! Ah Sevgili Sapphire, bar taburesinin masası bu kadar alçak olur muydu? Sorarım sana? Kambur durularak ve dizler masaya çarparak yenir miydi? Yo yo, hayır. İşte bu yakışmadı sana.


Sonra lavaboya doğru ilerledim. Etrafta turistler de vardı. Dikkatimi çeken, yönlendirme tabelalarının sadece Türkçe olmasıydı. Oysaki sen büyüktün; büyük düşünmeli, büyük oynamalıydın! En azından İngilizce olarak da yazmanı beklerdim. Kırıldım.
Artık dönme vaktiydi. Dönerken gözlerim bir süpermarket aradı. Ne de olsa alışveriş merkezlerinin en önemli silahıydı süpermarketleri. Sonra, bir süpermarket gördüm sanki! Evet evet bir süpermarket! "Kiler" adında. Ama o da ne? Neredeyse bizim sokağın bakkalı kadar mıydı, yanlış mı görüyordum! Hemen içeri daldım, bu gördüklerim doğru olamazdı. Üstelik içerde Kiler Radyo çalıyor; "Kazançlı alışveriş" nakaratları tekrarlanıyordu. İşte artık bu son noktaydı. Sen Sapphire, evet Avrupanın en yüksek binası olan ve en iddialı olması beklenen sen, bir mahalle bakkalından öteye gidemeyen bir market barındırıyordun. Burada daha fazla kalamazdım! Gözyaşlarımı içime akıtarak Levent yollarına attım kendimi.


Binadan çıktığımda hava kararmıştı Sapphire. Sen de ışıklarını yakmış, bütün heybetinle İstanbul semalarındaki yerinde duruyor, şehre meydan okumaya devam ediyordun. 


1 yorum: